24 Haziran akşamı, hiçbir şekilde “hayal Kırıklığı” yaşamayacağım; çünkü hayal kurmadım. Şu sebeple:
Ben, muhalefet liderlerinin toplumu değiştirme gücünden önce, toplumun kendini değiştirme eğiliminin hangi seviyede olduğunu gözlemeye çalıştım. Doğrusu ve ne yazık ki, o istikamette çok belirgin işaretler görmedim.
Seçimin sonucunu değiştirecek tek etken, AK Parti seçmenindeki değişim olabilir. Bu değişim de, kendisini dindar / muhafazakâr gibi kelimelerle tanımlayan bu kitlenin, geçmişte hararetle savunup da sonradan unutmaktan keyif duyduğu değerlerini hatırlamasıyla ve onları yeniden savunabilecek bir şahsiyete kavuşabilmesiyle ortaya çıkabilecek bir değişim. Bu, bir pişmanlığı gerektirir; ama öyle meselâ Dolar’ın yükselmesiyle maddî zara uğradığı için “Ellerim kırılsaydı da AK Parti’ye oy vermeseydim!” türünden bir pişmanlıktan söz etmiyorum. “Biz, nasıl bu hale geldik?” diye düşünerek, kendi iç dünyasında samimi ve sessiz bir “vicdan sızısı” duyan bir pişmanlık…. Bir iç hesaplaşma…
Ben, AK Parti seçmeninde böyle bir “kendini hesaba çekme” eğilimi görmüyorum. Meselâ iktidardan rahatsız kitlelere bakınca “Bu insanlar, bizden neden bu kadar nefret ediyorlar?” diye düşünmek yerine, “Ne yapsak da şu şerefsizlerin kökünü kazısak?” düşüncesi ağır basıyor. Dindarlar, artık böyle düşünmenin Müslümanca bir düşünce olmadığını fark edebilmelerini sağlayacak özellikleri çoktan kaybettiler çünkü. İyi bir yönetimin, bu topraklarda yaşayan insanların tamamına karşı aynı derecede sorumluluk taşıması gerektiği düşüncesi, bir ilke, bir şiar olmaktan çıkmış durumda. “Sadece ben” diyorlar artık. “Hep bana ve sadece bana” diyorlar artık. Elde ettikleriyle de yetinmiyorlar; “Dahasını istiyorum, dahasını” diye hırslanan vahşi bir iştahın girdabına kapılmış durumdalar. İktidarlarını desteklemeyen herkesin dinden çıktığını ve savaşılması gereken kâfirlere dönüştüklerini düşünüyorlar. Her seçimde biraz daha artan bir dozda yok etmeye programlanan robotlara dönüşüyorlar. Artık sadece komutla hareket eden, kendilerine verilen komutun niteliğini sorgulama yeteneğini kaybeden bir güruha dönüşüyorlar. Kaybettiklerinde şiddetli bir intikama maruz kalacaklarını düşündükleri için, kaybetmemek için her yöntemi mübah gören bir inanca doğru savruluyorlar. Oysa böyle bir intikama meydan vermemenin yolu, iyi bir yönetim sergilemek…
Seçimin sonucunu değiştirecek tek etken, AK Parti seçmenindeki değişim olabilir. Bu değişim de, kendisini dindar / muhafazakâr gibi kelimelerle tanımlayan bu kitlenin, geçmişte hararetle savunup da sonradan unutmaktan keyif duyduğu değerlerini hatırlamasıyla ve onları yeniden savunabilecek bir şahsiyete kavuşabilmesiyle ortaya çıkabilecek bir değişim. Bu, bir pişmanlığı gerektirir; ama öyle meselâ Dolar’ın yükselmesiyle maddî zara uğradığı için “Ellerim kırılsaydı da AK Parti’ye oy vermeseydim!” türünden bir pişmanlıktan söz etmiyorum. “Biz, nasıl bu hale geldik?” diye düşünerek, kendi iç dünyasında samimi ve sessiz bir “vicdan sızısı” duyan bir pişmanlık…. Bir iç hesaplaşma…
Ben, AK Parti seçmeninde böyle bir “kendini hesaba çekme” eğilimi görmüyorum. Meselâ iktidardan rahatsız kitlelere bakınca “Bu insanlar, bizden neden bu kadar nefret ediyorlar?” diye düşünmek yerine, “Ne yapsak da şu şerefsizlerin kökünü kazısak?” düşüncesi ağır basıyor. Dindarlar, artık böyle düşünmenin Müslümanca bir düşünce olmadığını fark edebilmelerini sağlayacak özellikleri çoktan kaybettiler çünkü. İyi bir yönetimin, bu topraklarda yaşayan insanların tamamına karşı aynı derecede sorumluluk taşıması gerektiği düşüncesi, bir ilke, bir şiar olmaktan çıkmış durumda. “Sadece ben” diyorlar artık. “Hep bana ve sadece bana” diyorlar artık. Elde ettikleriyle de yetinmiyorlar; “Dahasını istiyorum, dahasını” diye hırslanan vahşi bir iştahın girdabına kapılmış durumdalar. İktidarlarını desteklemeyen herkesin dinden çıktığını ve savaşılması gereken kâfirlere dönüştüklerini düşünüyorlar. Her seçimde biraz daha artan bir dozda yok etmeye programlanan robotlara dönüşüyorlar. Artık sadece komutla hareket eden, kendilerine verilen komutun niteliğini sorgulama yeteneğini kaybeden bir güruha dönüşüyorlar. Kaybettiklerinde şiddetli bir intikama maruz kalacaklarını düşündükleri için, kaybetmemek için her yöntemi mübah gören bir inanca doğru savruluyorlar. Oysa böyle bir intikama meydan vermemenin yolu, iyi bir yönetim sergilemek…
Oyumu Saadet Partisi’ne vereceğim. Sebebi basit: Her şeyden önce, yıllar öncesinden belirlenmiş özgün bir yönetim modeli var. Bu modeli hayata geçirebilmek için yeterli kadroları olduğunu düşünmüyorum; ama en azından ne yapmaları gerektiğini biliyorlar. Ben de bir seçmen olarak, oy vereceğim partinin neleri yapacağı kadar, neleri yapmayacağını da öngörebiliyorum. Sayın Temel Karamollaoğlu da bir “yobaz” değil. Yurt dışında eğitim görmüş olması ve iyi derecede İngilizce biliyor olması, onu Dünyaya açık hale getirmiş. Zihni, dışarıya kapalı değil. Sabit fikirli olmayışı, bilgilenmeye ve istişareye açık oluşu, sakin ve sabırlı yapısı, tercih sebebi… İnsanları “şucu, bucu” diye tasnif etmeyen yaklaşımı, gerekli kadroları oluşturmasını kolaylaştıracak özellikler. Ayrıştırıcı değil birleştirici bir üslûbu benimsemiş olması, büyük bir nimet. Saadet Partisi’nde şu aşamada olağanüstü bir başarı beklemiyorum. Henüz yeni yeni toparlanıyor çünkü. Benim için, Meclis’te temsil edilecek olması yeterli. Tek üzüntüm, Karamollaoğlu’nun Cumhurbaşkanı Adayı gösterilerek, cumhurbaşkanı seçilememesi halinde milletvekili de olamaz hale getirilmiş olması. Onu milletvekili olarak Meclis’te görmek isterdim…
24 Haziran akşamı bir iktidar değişimi gerçekleşirse bu, benim için sürpriz olacak; ama Cumhurbaşkanı seçimini Erdoğan’ın kazanmasını da iktidarın bir zaferi olarak görmeyeceğim. Çünkü AK Parti, kendi kendini imha sürecinin içinde. Ülkeyi yönetme kabiliyetini tamamen kaybetti. Ya toplumun farklı kesimleriyle daha iyi ilişkiler kuracak, ya da ilk tökezlemesinde devrilecek. Akıbetini biraz da kendisi belirleyecek… Özellikle son 2 yıldır uyguladığı yönetim modeli, kesinlikle sürdürülebilir bir model değil. Normalleşmek zorunda…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder