![]() |
Hilmi Sakarya öğrencileriyle birlikte |
12 Eylül öncesinin kanlı günleri... Türkiye genelinde
herkesin sağcı-solcu / ülkücü-komünist tasnifiyle ayrıştırılıp birbirine düşman
edildiği, tam bir iç çatışmanın yaşandığı, günde 8-10 kişinin öldürüldüğü acı
günler...
Yıl, 1978... Rahmetli babam, o dönemde Balat’taki Tarık Us
İlkokulu’nda öğretmenlik yapıyordu... Ben, henüz 11 yaşındaydım... Babamın çok
sevdiği bir öğretmen arkadaşı vardı. Benim için “Hilmi Amca” idi o... Her zaman
şık ve temiz giyinir, saçlarını özenle tarar, yanlış hatırlamıyorsam, galiba
briyantin de sürerdi... Zaman zaman akşam vakitlerinde evimize gelir, babamla
saatler süren sohbetler ederlerdi... Her ikisinin de bu uzun sohbetlerden
samimi ve büyük bir haz, büyük bir keyif aldıklarını, çocuk olmama rağmen
hissederdim... Sohbet bazen uzadıkça uzar, gece yarılarını geçerdi... İstanbul
Ülkü-Bir Başkanı olduğunu bilirdim... Ülkücü öğretmenler, bu dernek çatısı
altında toplanırlardı...
Bir gün... 26 Eylül günü... Kapı çalındı... O âna kadar
sıradan bir gündü... Babamın okuldan dönme saati... Kapıyı açtık, babamın
yüzünde tarifsiz bir acı, tarifsiz bir keder... Elinde bir gazete... Tercüman
mıydı, yoksa Hürriyet mi, tam olarak hatırlamıyorum... Ayakkabılarını çıkardı,
içeri girdi, elindeki gazeteyi, çocuksu duygularla çok sevdiğim, o yaşta
üzerinde çizimler yapıp şiirler yazdığım mavi formika kaplı masaya sertçe
fırlatarak, “Hilmi’yi vurmuşlar!” dedi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı...
Sarsılarak ağlıyordu... Henüz 11 yaşında bir çocuk olarak, zannederim babamı
ilk kez o gün ağlarken görmüştüm... Bir erkek çocuk için sarsıcı bir ândı...
Hilmi Amca vurulmuş muydu? Ölmüş müydü yani?!.. Babamın çok sevdiği, gece
yarılarına kadar çay içerek, kabuklarını meyve bıçaklarıyla usul usul
soydukları elma, portakal dilimlerini yiyerek sohbet ettikleri, lacivert takım
elbiseli Hilmi amca?.. Derin bir acı, derin bir hüzün, derin bir sızı, derin
bir keder, derin bir kasvet ve derin bir sessizlik çöküvermişti evimize...
Sadece babamın hıçkırıkları... Üzerindeki yıpranmış siyah paltosunu üzerinden
çıkaracak mecali bile yoktu... Hilmi Amca artık kapımızı çalamayacak ve biz
kapıyı açtığımızda o yakışıklı, mütebessim çehresiyle karşımızda beliremeyecek
miydi artık?..
Sonra... Benzer acılarla yüklü nice günler... Patlamalar,
silâhlı çatışma sesleri, suikastlar, ölümler... Biz çocuklar için bile
sıradanlaşmıştı her şey... Hiçbir olay olağanüstü gelmiyordu bize... Evimizin
kapısına tehdit pusulaları yapıştırılmasına, apartmanımızın bahçesine yangın
bombası atılmasına, balkonumuzun önünde havaya doğru ateş açılmasına, bakkala
giderken yeşil parkalı gençler tarafından küfürler eşliğinde tehdit edilmeye,
hepsine alışmıştık... Ama Hilmi Amca artık gelemeyecek miydi evimize? Buna
nasıl alışacaktık?..
2 yıl sonra askerî darbe oldu... Bizler, bütün bu
yaşadıklarımızın, “şartların olgunlaştırılması için” tertiplenmiş bir kurgudan
ibaret olduğunu, yıllar sonra öğrenecektik... Darbe olmuş ve her yer derin bir
sessizliğe bürünmüştü... Mantar tabancası bile patlamıyordu artık sokaklarda...
Nasıl olmuştu?..
49 yaşındayım... Hilmi Amca vurulalı 38 yıl olmuş... Babam da artık hayatta değil... Ve biz, Hilmi Amcamızı unutmadık... Ne kadar cesursa, o oranda da kibar, nezih bir adamdı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder