“Ne kadar anlaşılmaz, çözülmez mısralar yazarsam, o kadar
büyük şair olurum” zannediyorsan, yanılıyorsun. Şair misin, bulmaca yazarı mı?
İnsanlar, şiir mi okuyacaklar, senin ifadelerini çözmekle mi uğraşacaklar? Onlar
senin şiir kölelerin mi?..
Orhan Veli’nin, herkesin kolaylıkla anlayıp, haz duyarak
okuduğu “İstanbul’u dinliyorum” şiiri, kötü bir şiir midir? “Bir kadının suya
değiyor ayakları”, “Dinmiş lodosların uğultusu içinde”, “Bir kuş çırpınıyor
eteklerinde” ifadeleri, zayıf ifadeler midir?
“Sucuların hiç durmayan çıngırakları”, “Ağlar çekiliyor
dalyanlarda”, “Serin serin Kapalıçarşı / Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa / Güvercin dolu
avlular”, “Çekiç sesleri geliyor doklardan”, “Loş kayıkhaneleriyle bir yalı”
ifadelerinin çağrışımları, küçümsenecek çağrışımlar mıdır?
“Öyle gizemli, öyle girift, öyle kilitli mısralar yazayım
ki, insanlar benim sadece şair değil, aynı zamanda hikmet yüklü bir filozof
olduğumu düşünsünler” İyi, insanlar senin filozof olduğunu düşünsünler…
Heybesindeki ekmekten bir lokma, matarasındaki sudan bir yudum bile alamadıkları
bir filozof… Kime ne?
Sen de “Beni anlamadın ya, ben ona yanıyorum” şarkılarıyla
ağla dur ömrün boyunca… Şiir bu mu yani? Anlaşılmamak ve anlaşılmadığına
ağlamak…
Şüphesiz, her şiir “doğrudan doğruya / bire bir” anlaşılmak
için de yazılmaz. Bazı mısraların görevi, sadece çağrışımlar uyandırmaktır.
Herkesin kendince ve farklı anlamlar yükleyebileceği estetik, etkileyici, bazen
acı veren, sarsıcı çağrışımlar.
Bu mısralar, şiir okuyucusunun duygu dünyasını harekete
geçiren, hayal dünyasını genişleten, tahayyül çarklarını çalıştıran
mısralardır. Okuyucu bu esnada anlamaya değil, hissetmeye yönelir. Bu, hoş bir
ilişkidir…
Ama ille de kapalı, ille de gömülü, ille de kilitli yazmak
için suni bir çaba göstermek… Bu bir hastalık olsa gerek… Hazineni paylaştırmak
veya bağışlamak mı istiyorsun, toprağa gömüp saklamak mı? Saklayacaksan niye
define haritası verir gibi yapıyorsun?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder